43. İstanbul Film Festivali 17 Nisan'da start aldı. Festival için yaptığım seçimlerden biri olan Tatami filmi ile dün festivale başlangıç yapmış oldum ben de. Film, İranlı bir kadın judocunun, İsrailli rakibiyle karşılaşma olasılığı yüzünden İran hükümetinden almış olduğu baskıyı konu ediyor. Filmin 2 yönetmeninden biri İranlı diğeri İsrailli. Savaşın eşiğindeki 2 ülke olarak bu bile filmi başarılı kılmaya yetiyor. Filmin İranlı yönetmeni ayrıca filmde de oynuyor. Siyah beyaz çekilen bu filmin ses ve müzik kullanımı da başarılıydı. Ama bir şeylerin eksik olduğunu düşünüyorum. Onlara da değineyim.


Cannes'ta Kutsal Örümcek filmi ile en iyi kadın oyuncu ödülünü kazanan İranlı oyuncu Zar Amir Ebrahimi ve yaptığı kısa film ile Oscar kazanan İsrailli yapımcı/yönetmen Guy Nattiv'in ortaklaşa yönettiği Tatami filminde, yönetmenler gibi iki ayrı ülkenin karakterler de dost. İki ülke arasındaki düşmanlığın ülke hükümetlerince olduğunu görüyoruz. Bu çekişmenin baskılara dönüşen yansıması daha önce edebiyat, sinema gibi sanatsal alanlarda görüyorduk. Hapse atılan yönetmenler, ülkesinden kaçmak zorunda kalan yazarlar şeklinde. Ancak yine 2023 yapımı İran asıllı İsveçli yönetmen Milad Alami'nin Opponent filminde ve bu Tatami filminde gördüğümüz kadarıyla bu baskılar sadece sanat dünyası ile sınırlı değil, spor dünyasında da çok rastlanıyor. 

Yukarıda da değindiğim gibi, İran hükümeti, sırf İsrailli sporcuyla karşılaşacak diye kendi oyuncusunun turnuvadan bir bahaneyle çekilmesini emrediyor. Olası bir yenilgide ruhani liderlerinin incinmesinden(!) endişe edildiği için. Elbette rakip ülkelerin birbiriyle yaptıkları spor müsabakaları olduğundan daha önemlidir, ancak bu önem asla geri çekilme gerektirecek bir konu değil, aksine rekabetin daha sıkı sıkıya olmasını gerektirecek bir durumdur. Bu sebeple turnuva günü ailesinden de aldığı enerji ile kendisini oldukça zinde bulan judocu Leila Huseyni (Arienne Mandi), kendinden istenileni yapmıyor ve çekilmiyor. Bunun üzerine ailesine yapılan baskınlar, aile fertlerini kaçırıp şantaj yapmalar yaşansa da kocasından aldığı desteği yeterli götüyor ve almaya geldiği altın madalyayı almadan turnuvadan çıkmama kararı veriyor. Ülkesine başkaldırışı sadece bununla da kalmıyor. İran hükümetince konulan kurala göre spor müsabakalarında giymek zorunda olduğu başörtüsünü de açarak direnişini ikinci aşamaya çıkarıyor. 


Bir filmin monokrom (siyah-beyaz) çekilmesi bazı anlamlar taşır. Ancak bu filmdeki anlamını ben çözemedim. Tamamen tercih meselesi de olabilir, prodüksiyon gizleme de olabilir, çekim aşamasında oluşan bazı renk ve görsel hataları örtmek için de tercih edilmiş olabilir. Birkaç karanlık kalan sahne dışında çok rahatsız edici bir konu değildi. Ancak rahatsız eden kısımlar vardı, o da anlatımdaki dinamikliğin sonlara doğru yok oluşu. Baştaki dinamik hikaye akışı hem spor filmi etkisini veriyor, hem de filmde oluşan politik gerilime bizi çekiyordu. Filmin son yarım saatinde bir yavaşlama söz konusu. 

Diğer bir husus da filmin diğer tarafı olan İsrail'den de bir yönetmenin bulunduğu bir yapımda filmdeki İsrail tarafından hiç bahsedilmemesi. "Neyi anlatırsan yalnız o bilinir" sözü mücibince tüm bu politik gerilimi İran tarafı kendi kendine yaşıyormuş izlenimi oluşuyor. İran kuruntusuyla kendi çalıp kendi oynuyor gibi gözüküyor filmde. En azından İsrailli rakip oyuncusuyla ekstra bir diyaloğa sokabilirdi baş karakter oyuncusunu. Oyuncu demişken, oyunculuğa da değineyim. Öncelikle yardımcı kadın oyuncu olan antrenör rolündeki Maryam karakterinin iyi oyunculuğunun hakkını vermek istiyorum ki bu hak kendisine daha önceki filminde Cannes'ta en iyi kadın oyuncu ödülü verilerek takdim edilmişti. Bana sıra gelmez o yüzden. Filmin baş karakteri Leila Huseyni'yi canlandıran Arienne Mandi'nin oyunculuğu minder dışında iyi ama minder sahnelerinde vasattı diyebilirim. Oyuncuların rollerine hazırlanırken judo eğitimi almadığı, bu amatörlüğü gizlemek için yönetmenin bu sahnelerde yakın ve kısa çekimleri tercih ettiğini tahmin etmek zor değil. 

Sonuç olarak festival başlangıcı için iyi bir filmi tercih ettiğimi düşünüyorum yine de. Atlas Sinemasında tekrar bulunmuş olmanın keyfi de buna eklenmiş oldu.
Sıradaki filmde görüşmek üzere. 

Bu film, Meksika çeperinde bir okulda göreve başlayan Sergio öğretmenin 2012 yılında sadece bir yıllık çalışmayla okulun ve öğrencilerinin eğitim düzeyinde yarattığı büyük gelişiminin hikayesini anlatıyor. Uzun zamandır var olan "ilham verici öğretmen" temasını işlese de bu hikayeyi güzel kılan şey; anlatılanların gerçekten yaşanmış olması, yakın tarihte olmuş olması ve gelişimin sayılarla ölçülebilir olması. Öyle ki 2012 yılı Sergio öğretmen öncesi, öğrencilerin yalnızca %55'i matematikten, %69'u İspanyolcadan sadece 'geçer' not almışken, Sergio ile geçirilen bir yılın ardından öğrencilerin %93'ü matematikten geçerken bunların %63'ü de 'mükemmel' puanı alıyor. İspanyolcada da geçer not alan %97'lik kesimin %72'si de bunu 'mükemmel' derecesiyle alıyor. 


Yönetmen Christopher Zalla'nın yönettiği Radical filmi, geleneksel eğitim yöntemlerine meydan okuyan bir öğretmenin öğrencilerini dönüştürme çabasını anlatıyor. Müdür Chucho'nun ilkokulu, yolsuz yetkililerin, uyuşturucu tacirlerinin, suçluların ve  sorumsuz ailelerin şiddetine maruz kalan öğrencilerle doludur. Çoğu öğrenci altıncı sınıftan sonra ailelerine yardım etmek için veya çetelere katılmak için okulu bırakıyor. Bu yüzden müdür Chucho, öğrencilere anlamlı bir eğitim verme konusunda umudunu yitirmiş biri oluyor. Tek beklentisi öğrencileri olabildiğince okulda tutmak ve sene sonu ülke genelinde yapılacak olan sınavda biraz yüksek puan alıp prim kapmak. Ancak okula yeni gelen Sergio ( Eugenio Derbez ) öğretmen tüm bu algıyı değiştiriyor.

Sergio öğretmenin yaptığı, öğrencilerin merakları çerçevesinde kendi eğitimlerini belirlemelerine ve deneyimler yoluyla bilgi edinmesine izin vermesidir. Laboratuvarı, kütüphanesi ve tek bir adet dahi çalışan bilgisayarı olmayan bir okulda pes etmek yerine alternatif yol arayışlarına giriyor. Onlara notlara odaklanmamaları ve hatalardan korkmamaları konusunda cesaretlendiriyor ve bu derslere katılan öğrenciler sıradan derslerin ötesine geçerek matematik, felsefe ve astronomi gibi ileri konuları keşfetmeye başlıyor. 


Hikaye olarak duygusal ve ilham verici olsa da sinema yönüyle zayıf kalıyor. Hali hazırda zaten konu bakımından klişe duran bu hikaye, daha iyi oyunculukla ve yan karakterlere derinlik katarak sinemasal anlamda da değer kazanabilirdi. Karakterlerin hemen hepsi yüzeysel kalmış, kişisel hayatlarının anlatılması yönü de zayıf durmuş.

Sinemasal yaklaşımda bulunanları tatmin etmeyecek olan bu filmi peki kimler izlemeli?
 - İlham arayan eğitimciler ve öğretmenler
 - İlham verici gerçek hikaye sevenler. 

Çıkarabilecekleri sonuçlar içerisinde 'her çocuğun potansiyeli olduğunu ve ancak onlara doğru yaklaşımla onu açığa çıkarabilecekleri' olacak. Bunun yanında 'müfredat merkezli bir eğitimden ziyade, öğrenci merkezli yaklaşımın daha etkili olduğu' fikri de oluşacak. Son olarak da 'doğru eğitimi vermek ve öğrenci içindeki o keşfi yapmak için maddi yetersizliklerin, öğretmen için bir ölçüde bahane edilemeyeceği' görülecektir. 



İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV)'nın düzenlediği İstanbul Film Festivalinin 43.sü 17-28 Nisan tarihleri arasında düzenlenecek. Usta yönetmen Wim Wenders ve bu sene Japonya adına oscar'a aday gösterilen Perfect Days filminin başrol oyuncusu Koji Yakusho festival konuğu olarak katılımcılarla buluşacak. İstanbul'da 6 farklı sinemada toplamda 132 uzun, 12 kısa metrajlı film gösterilecek. 132 film değilse de notunu aldığım bazı filmler şunlar:


Perfect Days (2023) Wim Wenders, Japonya

Usta Alman yönetmen Wim Wenders imzalı Perfect Days filmi, Japonya'nın bu seneki Oscar adayı olmuştu. Sessiz ve mütevazı bir yaşam süren Hirayama'nın ( Koji Yakusho
günlük rutinini, gününü halka açık tuvaletleri temizleyerek geçirişini ve yaşamı boyunca basitlik ve doğayla olan bağlantısını izleyeceğiz. Festivale katılım yapıp seyircilerle de buluşacak olan Koji Yakusho'nun muhteşem oyunculuk performansına Nina Simone ve Lou Reed'in şarkıları da eşlik ediyor. Henüz izlememiş olanlar için izlemesi en tavsiye edilen filmlerden biri bu, Perfect Days.

Gösterim Seansları:
23 Nisan Salı 13:30 , Kadıköy Sineması
27 Nisan Cumartesi 19:00 , Atlas 1948 (Film Ekibinin Katılımıyla)

Fragman İçin Tıklayın

Filmin Festival Sayfası ve Bilet Alımı İçin Tıklayın



Crossing (2024) Levan Akın, İsveç

Daha önce yönetmenin 2019 yapımlı And Then We Danced filmi Filmekimi'nde gösterilmişti. gürcü asıllı İsveçli yönetmen Levan Akin'in bu filminde Türkiye'den de kesitler bulacağız. Emekli bir öğretmenin, kaybettiği kuzenini bulmak için Gürcistan'dan İstanbul'a yapılan yolculuğu izlerken İstanbul'un kalabalık ve hareketli sokaklarında bol kedi ve bol müzikli anlar da yaşatacak. 

Gösterim Seansları:
19 Nisan Cuma 21:30 , Atlas 1948 (Film Ekibinin Katılımıyla)
20 Nisan Cumartesi 21:30 , Kadıköy Sineması (Film Ekibinin Katılımıyla)
21 Nisan Pazar 21:30 , Cinewam City's 7
27 Nisan Cumartesi 21:30 , Beyoğlu Sineması

Fragman İçin Tıklayın

Filmin Festival Sayfası ve Bilet Alımı İçin Tıklayın



Strangers's Case (2024) Brandt Andersen, Ürdün

Çeşitli kısa hikayeleri bir araya getirerek oluşturulan uzun bir hikaye sunan bu filmin oyuncuları arasında kendisini Intouchables filmi ve Lupin dizisinden tanıdığımız Omar Sy var. Savaştan kaçıp kendisine güvenli bir hayat arayan insanların hikayelerini farklı açılardan anlatıyor. Özellikle Suriye'deki savaşın yıkıcılığından kaçan insanların yaşadığı trajediler film boyunca biraz yürek burkacak.


Gösterim Seansları:
23 Nisan SAlı 21:30 , Cinewam City's 7
26 Nisan Cuma 11:00 , Atlas 1948
28 Nisan Pazar 16:00 , Kadıköy Sineması


Filmin Festival Sayfası ve Bilet Alımı İçin Tıklayın



No Other Land (2024) Yuval Abraham - Basel Adra - Hamdan Ballal, Oppupied Palestine

Bu belgeselde Filistinli aktivist Basel Adra'nın İsrailli gazeteci Yuval Abraham ile bir araya gelerek, kendi topraklarından edilmiş olan Filistin halkının umutsuzluğunun kronikleşmesine şahit olacağız. Belgesel, İsrail'in Batı Şeria işgaline karşı açık bir protestoda bulunuyor. Adra özelinde birçok Filistinlinin yaşadıklarını yakından, yerinden ve kendilerinden dinlemiş olacağız.

Gösterim Seansları:
23 Nisan Salı 11:00 , Cinewam City's 7
28 Nisan Pazar 21:30 , Sinematek / Sinema Evi

Fragman İçin Tıklayın

Filmin Festival Sayfası ve Bilet Alımı İçin Tıklayın



The Promised Land (2023) Nikolaj Arcel, Danimarka

Danimarkanın en sevdiğim yönetmenlerinden Anders Thomas Jensen'in senaryo ekibinde olduğu, yine Danimarkanın en sevilenlerinden Mads Mikkelsen'in başrolde olduğu bir filmi çok da tanıtmaya gerek yok. Ama yine de Thomas Jensen kendi yönettiği filmlerin tadını bu filmde bulamadığımı da eklemek istiyorum. Bu görüşümün çok şahsi olduğunu ve bu filmin festivalin görülmesi gereken filmlerinden biri olduğunu bilmenizi isterim. 

Gösterim Seansları:
19 Nisan Cuma 13:30 , Cinewam City's 7
20 Nisan Cumartesi 19:00 , Kadıköy Sineması
21 Nisan Pazar 11:00 , Atlas 1948

Fragman İçin Tıklayın

Filmin Festival Sayfası ve Bilet Alımı İçin Tıklayın



Goodbye Julia (2023) Mohamed Kordofani, Sudan

Sudan'da 2005-2010 yılları arasında geçen Goodbye Julia, dini zulmün yanı sıra yerleşik ırkçılığın etkisiyle derinleşen trajik bir hikayeyi anlatıyor. Sudanlı yönetmen Mohamed Kordofani'nin ilk uzun metrajlı filmi olmasına rağmen iyi bir iş çıkarmış olacak ki Sudan'ın bu seneki oscar'a aday filmi Goodbye Julia olmuştu. 2023 Cannes Film Festivalinde de gösterilen filmin yönetmeni 3 ödüle aday gösterilmiş, Özgürlük Ödülü'nü kazanmıştı. 

Gösterim Seansları:
18 Nisan Perşembe 19:00 , Kadıköy Sineması
19 Nisan Cuma 11:00 , Cinewam City's 7
23 Nisan Salı 16:00 , Cinewam City's 3

Fragman İçin Tıklayın

Filmin Festival Sayfası ve Bilet Alımı İçin Tıklayın



Suyun Üstü (2023) Aslıhan Ünaldı, Türkiye

Parçalanmış aileleriyle birlikte iki kız kardeşin Ege kıyılarında bir yelken yolculuğuna çıktıklarında, su yüzüne çıkan bazı kırgınlıklar ve sırlar zaten kırılgan olan aile bağlarını koparmakla tehdit eder. Yönetmen Aslıhan Ünaldı'nın izleyeceğim ilk filmi olacakken oyunculardan biri oldukça tanıdık. Reha Erdem'in 2008 yılı yapımı Hayat Var filminde Hayat karakterini oynatan Elit İşcan

Gösterim Seansları:
23 Nisan Salı 19:00 , Atlas 1948
24 Nisan Çarşamba 13:30 , Kadıköy Sineması  (Film Ekibinin Katılımıyla)

Fragman İçin Tıklayın

Filmin Festival Sayfası ve Bilet Alımı İçin Tıklayın



Explanation for Everything (2023) Gabor Reisz, Macaristan

Yönetmen Gabor Reisz'in bu filmi Macaristan'da bir lise öğrencisinin başarısız bir sınavının ardından ortaya çıkan ve skandala dönüşen bir olayı ele alıyor. Başarısızlığına siyasi bir kulp uydurur ve olayı ailesine öyle anlatır. Bu olay aile ile sınırlı kalmayıp tüm okula yayılınca ulusal bir meseleye dönüşür. Yapımına güvendiğim bir yönetmen olduğu için izlemeye değer filmler arasında bunu da koyuyorum.

Gösterim Seansları:
17 Nisan Çarşamba 16:00 , Atlas 1948
23 Nisan Salı 16:00 , Cinewam City's7  (Film Ekibinin Katılımıyla)
25 Nisan Perşembe 21:30 , Sinematek / Sinema Evi

Fragman İçin Tıklayın

Filmin Festival Sayfası ve Bilet Alımı İçin Tıklayın



Yurt (2023) Nehir Tuna, Türkiye

Daha önce kısa filmleri bulunan, Marmara Üniversitesi İşletme bölümü mezunu yönetmen Nehir Tuna'nın ilk uzun metraj filmi Yurt. Ailesi tarafından dini değerler öğrenmesi için yatılı bir yurda yerleştirilen Ahmet, ne çemberin içinde hissedebilmiştir, ne de dışında. Ailevi ve iç dünyasındaki dini sorunların yanında akran zorbalıklarına da maruz kalır. Siyah - Beyaz bir anlatımın olduğu film 1996 yılında geçiyor. Ulusal yarışmada da yarışacak olan bu film de en çok merak ettiklerim arasında. 

Gösterim Seansları:
26 Nisan Cuma 16:00 , Atlas 1948 (Film Ekibinin Katılımıyla)
27 Nisan Cumartesi 13:30 , Kadıköy Sineması (Film Ekibinin Katılımıyla)

Fragman İçin Tıklayın

Filmin Festival Sayfası ve Bilet Alımı İçin Tıklayın



Hit man (2023) Richard Linklater, Amerika

Haziranda Netflix'e gelecek olan bu filmi seçmemdeki sebep yukarıda ismi geçen yönetmen Richard Linklater. Before Sunset film serilerinin 2014 yapımı Boyhood filminin yönetmen ve yapımcısı olan Linklater'in 5 oscar adaylığı olmasına rağmen henüz tekine bile kavuşamadı. Polis adına sahte bir suikastçı olarak çalışan bir profesörün, iş esnasında tanıştığı bir kadından sonra yaşadığı karmaşayı anlatıyor. Yönetmenden tahminle filmde güzel diyalogların geçeceğini ümit ediyorum.

Gösterim Seansları:
17 Nisan Çarşamba 21:30 , Kadıköy Sineması
18 Nisan Perşembe 21:30 , Cinewam City's 7
25 Nisan Perşembe 19:00 , Atlas 1948
26 Nisan Cuma 21:30 , Cinewam City's 7

Fragman İçin Tıklayın

Filmin Festival Sayfası ve Bilet Alımı İçin Tıklayın



Tatami (2023) Zar Amir Ebrahimi - Guy Natliv, İran - İsrail

Aslında Gürcistan ve Amerika yapımı bir film. Ama filmi ilginç yapan sebeplerinden birine dikkat çekmek istedim. 2 yönetmenden biri İranlı, diğeri İsrailli. Orta Doğu'da savaşın ve derin bölünmelerin yaşandığı bir dönemde birlikte film yapabilmeleri bile başlı başına bir başarıdır. Uluslararası Judo Turnuvasına katılan İranlı kadın sporcunun şampiyona sürecinde yaşadıklarını konu ediyor ve tüm bu hikayeler Tiflis'te geçiyor. Filmin İranlı yönetmeni Zar Amir Ebrahimi de oyuncu kadrosunda. Daha önce Holy Spider filmindeki oyunculuğuyla Cannes'ta En İyi Kadın Oyuncu ödülünün de sahibi olmuştu. 

Gösterim Seansları:
18 Nisan Perşembe 19:00 , Atlas 1948
20 Nisan Cumartesi 16:00 , Kadıköy Sineması
22 Nisan Pazartesi 13:30 , Cinewam City's 7

Fragman İçin Tıklayın

Filmin Festival Sayfası ve Bilet Alımı İçin Tıklayın


La Cocina (2024) Alonso Ruizpalacios, Meksika-Amerika

Mutfak yapımları son senelerde revaçta. Geçtiğimiz senelerde izlediğim ve bloga da yazdığım tek çekimden oluşan muhteşem bir film olan Boiling Point, ödüllerin yeni gözdesi olan The Bear dizisi ve niceleri.  Meksikalı yönetmen Alonso Ruizpalacios un bu filmi de mutfakta geçiyor. Bunu diğerlerine göre ilginç kılan ise New York Times Meydanında bir restoranda geçiyor oluşu ve çalışanların hemen hepsinin göçmenlerden oluşuyor oluşu. Dışardan ülkeye ithal edilen sıkıntıların aynı zamanda bu restorana da ithal edilişi restoran içerisindeki kaosu kaçınılmaz kılıyor. Kayıp bir paranın kayboluşunun yaşatacağı gerilimi The Teachers' Lounge filmi kadar güzel hissettirebilmiş mi izleyip göreceğiz. 

Gösterim Seansları:
20 Nisan Cumartesi 16:00 , Atlas 1948
22 Nisan Pazartesi 21:30 , Kadıköy Sineması
24 Nisan Çarşamba 16:00 , Cinewam City's 7

Fragman İçin Tıklayın

Filmin Festival Sayfası ve Bilet Alımı İçin Tıklayın


13 Assassins (2010) Takashi Miike, Japonya

Revaçta olan bir diğer yapım konusu da Edo dönemi Shogun hikayeleri. Netflix'in bana göre şu ana kadarki en iyi yapımı olan Blue Eye Samurai dizisinin ardından Disney platformunun da çıkardığı Shogun dizisinin ardından bu akıma festival yönetimi de sessiz kalmamış ve 2010 yapımı Takashi Miike imzalı 13 Assassins (13 Suikastçı) filmiyle karşılık vermiş. Filmin baş rolünde festival davetlisi olarak İstanbul'a gelen Koji Yokusho var. Şu sıralar samuray filmleriyle hızını almış olanların kaçırmaması gereken bir film. 

Gösterim Seansları:
17 Nisan Çarşamba 16:00 , Cinewam City's 3
28 Nisan Pazar 16:00 , Cinewam City's 7

Fragman İçin Tıklayın

Filmin Festival Sayfası ve Bilet Alımı İçin Tıklayın


Under The Open Sky (2020) Miwa Nishikawa, Japonya

Açılışı festivalin misafiri oyuncu Koji Yakusho ile yaptığımız listenin kapanışını da yine kendisiyle yapalım. Japonya yapımı ve yönetmen Miwa Nishikawa nın tezgahından çıkan ve Ryoza Saki'nin "Mibuncho (Kimlik)" adlı romanından uyarlanan bu filmde Koji Yakusho veteran bir Yakuza'yı canlandırıyor. 13 yıllık hapis hayatının ardından salıverilen karakterimiz kendisini çocukken terk eden annesini bulmak için yolculuğa çıkıyor. Koji Yakusho'nun kusursuz performansını, karakterimizin Tokyo'da geçmişinden tövbeli şekilde dürüst bir yaşam kurma çabasını izlemek isteyenler buyursun. 

Gösterim Seansları:
20 Nisan Cumartesi 13:30 , Cinewam City's 3
26 Nisan Cuma 11:00 , Cinewam City's 7

Fragman İçin Tıklayın

Filmin Festival Sayfası ve Bilet Alımı İçin Tıklayın


Festival biletleri 5 Nisan günü genel satışa çıkacak. Diğer filmler ve daha fazlası için festivalin ana sayfasını ziyaret edebilirsiniz. 
İKSV FİLM ANA SAYFASI

Loving Vincent filmiyle geçmişte En İyi Animasyon Filmi dalında Oscara aday gösterilen Polonyalı DkWelchman ve Hugh Welchman çiftinin yine benzer yöntemle çekilen 2.uzun metraj filmi için 42binden fazla yağlı boya tablosu kullanıldı. Nobel ödüllü yazar Wladyslaw Reymont'un kitabından uyarlanan film, 1800lü yılların sonunda geçen bir taşra hikayesini konu ediniyor. Lars Von Trier'in Dogville filminde olduğu gibi bu filmde de yine genç ve güzel bir kadının taşradaki varoluş mücadelesini izliyoruz. Ancak Dogville filminin finalinde sönen nefret ateşimiz bu filmde son bulmuyor. Orada bizim adımıza alınan intikam, burada yönetmence terse itiliyor.


Polonya'nın bu sene Yabancı Dilde En İyi Film oscarı için adayı The Peasants filmi olmuştu. Daha önce ünlü ressam Vincent Van Gogh'un hayatının bir kesitinin anlatıldığı Loving Vincent filmi Animasyon dalında oscara aday gösterilmiş fakat ödülü alamamıştı. The Peasants filminin en azından yine adaylar arasında olması bekleniyordu ama 15 filmin yer aldığı shortlist'e bile giremedi. Peki bunun sebebi neydi? Birazdan ona bakalım. Fakat önce filmin hikayesi.

19. yüzyılda Polonya'nın Lipce adlı dedikodu merkezi haline gelmiş bir kasabasında yaşayan Jagna genç ve güzel bir kızdır. Kağıttan yaptığı sanat eserleri ve hayvanlara olan ilgi alakası onu köydeki herkesten ayrı tarafa koyan ikinci bir özelliği oluyor. Ancak ne yaparsa yapsın, güzelliği olmasa hiçbir işe yaramayacağına inanan köylü kadınların varlığının ötesine asla geçemiyor. 

Yakın zamanda karısını kaybetmiş, köyün en büyük toprak ağası olan Maciej'e evlenmesi için Jagna teklif ediliyor. Yaşlı olmasının yanı sıra Jagna'nın bu evliliği istememesinin bir başka sebebi daha var. Kendisiyle evlenmek isteyen Maciej'in oğlu Antek'e olan aşkı. 'Boş ver o zaman babayı, çocuğuyla evlen gitsin' gibi tavsiyeleri de kenara koyun, bu da mümkün değil. Çünkü Antek zaten evli bir adamdır. Tüm bunlara rağmen Jagna kendisine uzatılan vodkayı yudumlar (evlenme teklifi kızlara vodka ikramıyla yapılır, içerse kabul etmiş demektir) ve annesinin zoruyla köyün ağası Maciej ile evlenmeyi kabul eder. Çünkü annesinin sözünden çıkamamakta. Ve tabi annesinin ona ettiği şu sözün de etkisiyle "aşk gelir gider, ama toprak kalır"

The Peasanst filminde birçok karakterizasyon ve yan hikaye var. 1000 sayfalık kaynak romanda bu yan hikayelere daha geniş değinilmiş olması gerekiyor. Ama filmde daha çok hikaye genç güzelimiz Jagna, onun yaşlı kocası Maciej ve Jagna'nın aşkı, Maciej'in nefreti olan Antek üzerinden ilerliyor. Maciej ile evlenmesi Jagna'nın Antek ile olan ilişkisine engel olamayınca hikaye dağılan bir aileyi de içermeye başlıyor. Ucundan kıyısından köydeki her ailede bir Jagna etkisi mevcut hale geliyor. Erkeklerin arzusu, Jagna'ya sahip olamadıkları her geçen günün ardından kadınlarından başından beri sahip oldukları nefrete eşlik ediyor ve tüm köyün tek nir nefret objesi oluyor: Jagna.

Filmin olmamışlığı üzerine;

Film, geleneksel animasyon tekniklerinden farklı olarak, oyuncuların canlı performanslarının yağlı boya tablolarına dönüştürülmesiyle oluşturulmuş. Yüzlerce resim sanatçısının elinden çıkmış on binlerce yağlı resim tablosundan oluşan bu filmin bu teknik kısmına hiçbir laf edilemez. 4 mevsim üzerinden 4 bölüme ayrılmış filmin her bir karesi eşsiz bir tablo gibi. Görsel güzelliğe eşlik eden güzel şarkıların varlığını da kenara not edeyim. Ancak bir üst paragrafta değindiğimiz yan hikayeler, anlatı için hayati öneme sahip. Yan hikayelerin eksikliği seyirciye derinlikli bir bağlantı kurma konusunda zorluklar yaşatıyor. Film, son kısmında ağırlaşan bir döneme giriyor ve baştaki heyecanını sonlara doğru kaybediyor. izleyiciden çok yönetmen 'artık bitsin gitsin' istemiş gibi hızlıca dürülmüş. Yaşadıklarının ardından ve kendisine itham edilenlerden sonra feminist bir direniş sergileyen Jagna, filmin sonunda kendisini misogynistic bir eylemde bulunca seyirci hayal kırıklığı yaşıyor. Oysa beklenen ve temenni edilen Dogville filminin finalindeki gibi bir sondu. "Neden bir kadın özgürlüğünü bulmak için bu kadar uğraşmalı?" sorusu cevapsız kalıyor, izleyiciye o temenni edilen sonu vermedikleri için.



Sonuç olarak; The Peasants görsel olarak çok güzel, ancak drama anlatımı olarak eksik ve sonlarına doğru kısmi bir hüsran. Hikaye anlatımı ve karakter gelişimi konusundaki eksiklikleri bir kenara koyarak en azından seyirciye hak ettiği ve arzuladığı o intikamı tattırmalıydılar.  

Değerli kaynakları için dış gezegenlerden gelenlerce doğası talan edilen bir gezegen düşünün. Sonra yine dış gezegenden gelen bir yabancı bazı entegrasyon sorunlarını aştıktan sonra yerlilerden biri olsun ve hatta yerli bir kıza da aşık olsun. Dilini, dinini ve yaşam tarzını öğrenip benimsesin. O gezegenin en büyük hayvanına hükmetsin ve kehanete göre de o gezenin kurtarıcısı ilan edilsin. Ve sonra bu yerli halkı örgütleyerek kendilerini sömürenlere karşı açtığı savaşta liderlik etsin.

Şu ana kadar anlattıklarım kimi için Dune, kimi için James Cameron'ın Avatar filmiydi. Dune kitabını okumamış, filmini izlememiş oluşunuz, Dune'den bihaber oluşunuz anlamına gelmiyor. Şimdiye kadar Dune esinlemeleri izledik. artık gerçeğine sıra geldi.



Dune filmini izleyen bir arkadaşıma filmi nasıl bulduğunu sorduğumda "Güzeldi. Ama senaryoda çok klişe var. Daha kuvvetli bir hikaye bekliyordum" demişti. 'Bu filmi klişe yapan da onun büyüklüğü. Klişe bulmana sebep olan tüm filmler bu hikayeden uyarlama ya da esinlenme' diye cevap verdim. Bu diyalog üzerine daha önce hazırladığım metin taslağını silerek bu benzerlikten giriş yapmayı uygun buldum. 

Dune kitabından esinlenilmiş büyük yapımların başında çoğu kez Star Wars gösterilir. Her ikisinin de epik uzay hikayesi oluşu, farklı gezegenler arası geçen karmaşık politik entrikalar ve destansı savaşlar oluşu sebebiyle. Yönetimsel açıdan da benzerlikler var. Her ikisinde de tepede galaktik imparatorluk ve gezegenleri yöneten hanedanlar mevcut. Her ikisinde de mistik bir oluşum var, bu Dune filminde Bene Gesserit iken, Star Wars serisinde Güç ve Jedi Şövalyeleri. 


Ama Dune kitabının en büyük esinlenmesi Avatar filmidir. Her ikisinde de hikaye, olayın geçtiği gezegene (Arrakis/Pandora) gelen yabancı bir karakterin (Jake Sully/Paul Atreides) perspektifinden anlatılıyor. Ve bu gezegenler maddi değeri yüksek madenle (Baharat/Unobtanium) doludur. Gezegenini korumak isteyen yerlilere (Fremen/Na'vi) dış dünya gezegenleri savaş açar. 

Yine her ikisinde yerliler barbar gibi görülse de aslında doğa ile uyumlu, spiritüel olarak sağlam inançları olan kişilerdir. Ve yaşadıkları gezegenin coğrafi şartlarına kendilerini herkesten daha çok adapte etmişlerdir. Baş karakterlerin entegrasyon süreci de benzerdir. Önce biraz dışlanırlar, daha sonra içeri kabul edilir ve içlerinden bir kıza (Chani/Neytiri) aşık olarak dilsel, inançsal ve bedensel adaptasyon süreci hızlanır. Ve o gezegenin en büyük hayvanına (Ikran/Worm) binerek inanışa göre o kavmin kurtarıcısı (Muaddip/Toruk Makto) olurlar. Ve hikaye böyle böyle devam ediyor. )Her iki filmin yönetmenin kendi aralarında yaptığı video sohbet linkini de buraya bırakayım bu arada.) 

Star Wars, Avatar, Matrix ve daha nicelerine ilham olmuş veya fikri alınmış bir kitaptan uyarlanan bir yapıma bu sebeple klişe denemez. Birçoğu yok iken, kendisi var olan bir hikaye söz konusu. Bu meseleye bir netlik kazandırdıysak şimdi asıl mevzumuz olan Dune Part Two filmine geri dönebiliriz.


Dune Part Two filmi, ilk filmindeki girizgahın ardından yönetmen Villeneueve'nin kendisini artık daha rahat hissedebileceği bir bölüm beklentisiyle vizyona girdi. İlk filmde evrenin ve karakterlerin tanıtımından sonra ikinci filminde daha çok aksiyon ve hikaye akış beklentisi oluşmuştu yönetmenin ifadelerinden sonra. Ancak 5.günün şafağında beklenen Gandalf gibi bizi tutup savaşa çeken benzeri bir sahne belirmemişti. Lakin bu beklenti boşuna, çünkü Dune severliği aksiyondan ve hikayeden bağımsız oluşuyor. Atmosfer ve yaratılan dünyanın sempatizanlığı bu filmlere hayran olmaya yetiyor. Aynı hazzı Star Wars serisinden de alırsınız, The Mandalorian serisinden de. 

Filmin bütününü hoş bir kalp çarpıntısıyla izlediysem de hikayedeki sıçramalar biraz gözüme battı. Paul'un çöl insanı olabilmesi için çölde geceler geçirmesi gerekirken, bir gidişini gördük, bir de gelmiş halini. Zamansal sıçramaları yaparken yönetmenin rahat oluşu, seyircinin Dune'un hikayesini zaten biliyor oluşu inancından geliyor. Kültleşmiş bir roman, önceden filme çekilmiş bir hikaye hali hazırda mevcuttu. Kendi çektiği serinin ilk filminin ardından yıllar da geçtiği için ikincisine gelecek seyircinin bu süre zarfında zaaaaten hikayeyi araştırıp öğrenmiş olacağını varsaymanın rahatlığı vardı yönetmende. Bu tarz aceleye getirmelere rağmen mükemmel bir iş çıkarmış diyebiliriz yine de.

Timothe Chalamet'e şu ana kadar çok ısınamamış biri olmakla beraber bu film ile aramız biraz düzeldi diyebilirim. Yönetmen Chalamet için "O benim tek tercihimdi. Bunda Timothy'de bulunan feminen görüntünün de etkili olduğunu söyleyebilirim. Çünkü filmde canlandırdığı Paul karakteri tüm gücünü anne tarafının kadınsı yönünden alan bir karakter ve Timothy bunu gerek yaşıyla gerekse maskülen/feminen duruşuyla sağlıyor" demişti. Chalamet, Paul karakterini canlandırırken güçlü bir performans sergiliyor. Ergen bir çocuktan, lider bir komutana, bir kurtarıcıya, bir peygambere dönüşünü, karakterin içsel çatışmalarını ve duygusal yolcuğunu etkileyici bir şekilde yansıtıyor. Chani rolündeki Zendaya ise benim için hala overrated olsa da Lady Jessica rolündeki Rebecca Ferguson yine kendisine hayran bıraktırıyor. Oğlu Paul'ün karakter gelişimi sürecinini arka kapıdan hazır hala getiren kişi yine anne Jessica oluyor. Her ikisinin de zamanda yolculuk yapmaya başlayan zihinleri yeni bilgilerle şaşırması ve bizi de şaşırması bende biraz Game of Thrones tadı da bıraktı.


Film, efektleri ve ses tasarımı ile izleyiciyi kendisine çekmeyi başarıyor. Atmosferi derinleştiren ve gerilimi arttıran ses efektleri izleyiciler üzerinde etki bırakıyor. Ve buna Hans Zimmer imzalı müzikler de eklenince film bu serisiyle kendi müzik jargonunu oluşturacak diyebiliriz. Artık bir yerlerde duyduğumuzda "işte bu Dune müziği" diyebileceğimiz müzikler sunuyor. 

1984 yılı David Lynch yapımı Dune filminden farkı?


Böylesine önemli bir yapıtın sinemalaştırılması elbette bugüne bırakılmadı. Daha önce biri tamamlanan, biri tamamlanmayan iki film projesi oldu. Tamamlanan yapım 1984 yılında usta yönetmen David Lynch tarafından çekildi. Ancak sinemada pek tutulmadı. Bunun bazı sebepleri vardı. Her ne kadar yazar Frank Herbert kendisiyle senaryo öncesi buluşmuş ve notlarını aktarmış olduğunu söylese de yönetmen David Lynch in böylesine karmaşık bir hikayeden sağ çıktığı söylenemez. Kurgusal ve yapımsal zorlukların yanında yönetmen kendi tarzını yansıtacak dokunuşlar da ekleyince Dune kitlesi filmi sahiplenmedi. Ve piyasada yeniden talep doğdu. Bu kez de film projesi Şili'li yönetmen Alejandro Jodorowsky'e verildi. Jodorowsky kitabı okuyup zihnindeki filmin sunumunu yaptığında ise yapımcılar oluşacak maliyetin altından kalkamayacağını anlayıp projeyi tekrar rafa kaldırdılar. Taa ki Denis Villeneuve' ye kadar. 

Daha önce Arrival ve Blade Runner 2049 gibi bilimkurgu filmlerini başarıyla çekmiş biri olarak herkesin Villeneuve'ye güveni tam ve o da bu güveni şu ana kadar kesinlikle boşa çıkarmış değil. 1984'e nazaran teknolojik gelişmelerin ilerleyişi ve bence en önemlisi hikayeyi tek bir film çatısı altında işleme zorunluluğunun olmayışı bu seferki Dune yapımını daha iyi ve başarılı kılıyor.

Sonuç olarak, bu genreyi sevenler için çok özel ve başarılı bir yapım. Sevenlerin kaçırmayacağı ve neden sevdiğini belki de ifade edemeyeceği bir deneyim iken, türü sevmeyenler için de en azından daha önceden izledikleri ve bundan sonra izleyecekleri birçok filmin esinlendiği bu kültüre aşina olmaları açısından izlenmesi gereken bir yapım olduğunu söyleyebilirim. 

Oppenheimer filminin 7 Oscarla damga vurduğu Oscar ödülleri sahiplerini buldu. Kazanacakların önceden bu kadar tahmin edilebilir ve hemfikir olunduğu bir oscar yaşamamıştım. Sürpriz hiç olmadı. En İyi Yönetmen oscarını beklendiği gibi Christoper Nolan alırken, En İyi Film oscarını da Oppenheimer kazandı. En İyi Erkek ve En İyi Yardımcı Erkek oyuncu Oppenheimer filminden Cillian Murpy ve Robert Downey Jr'a gitti. En İyi Kadın oyuncu filmi oscarını ise Poor Things filmindeki rolüyle Emma Stone aldı.
Tüm kazananlar listesi:

En İyi Film

En İyi Yönetmen

  • Oppenheimer - Christopher Nolan (KAZANAN)

  • Anatomy of a Fall - Justine Triet
  • Killers of the Flower Moon - Martin Scorsese
  • Poor Things - Yorgos Lanthimos
  • The Zone of Interest - Jonathan Glazer

En İyi Uluslararası Film

En İyi Erkek Oyuncu

En İyi Kadın Oyuncu

  • Emma Stone - Poor Things (KAZANAN)

  • Annette Bening - Nyad
  • Lily Gladstone - Killers of the Flower Moon
  • Sandra Huller - Anatomy of a Fall
  • Carey Mulligan - Maestro

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu

  • Da'Vine Joy Randolph - The Holdovers (KAZANAN)

  • Emily Blunt - Oppenheimer
  • Danielle Brooks - The Color Purple
  • America Ferrera - Barbie
  • Jodie Foster - Nyad

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu

En iyi Orijinal Senaryo

  • Anatomy of a Fall (KAZANAN)
  • The Holdovers
  • Maestro
  • May December
  • Past Lives

En İyi Uyarlama Senaryo

En İyi Kurgu

En İyi Sinematografi

  • Oppenheimer (KAZANAN)

  • El Conde
  • Killers of the Flower Moon
  • Maestro
  • Poor Things

En İyi Görsel Efekt

  • Godzilla Minus One (KAZANAN)

  • The Creator
  • Guardians of the Galaxy Vol. 3
  • Mission: Impossible - Dead Reckoning Part One
  • Napoleon

En İyi Kostüm

  • Poor Things (KAZANAN)

  • Barbie
  • Killers of the Flower Moon
  • Napoleon
  • Oppenheimer

En İyi Makyaj / Saç Tasarımı

  • Poor Things (KAZANAN)

  • Golda
  • Maestro
  • Oppenheimer
  • Society of the Snow

En İyi Kısa Animasyon

  • War Is Over! Inspired by the Music of John & Yoko (KAZANAN)

  • Letter to a Pig
  • Ninety-Five Senses
  • Our Uniform
  • Pachyderme

En İyi Orijinal Şarkı

  • What Was I Made For? - Barbie (KAZANAN)

  • The Fire Inside - Flamin' Hot
  • I'm Just Ken - Barbie
  • It Never Went Away - American Symphony
  • Wahzhazhe - Killers of the Flower Moon

En İyi Orijinal Müzik

En İyi Belgesel

  • 20 Days in Mariupol (KAZANAN)

  • Bobi Wine: The People's President
  • The Eternal Memory
  • Four Daughters
  • To Kill a Tiger

En İyi Kısa Belgesel

  • The Last Repair Shop (KAZANAN)

  • The ABCs of Book Banning
  • The Barber of Little Rock
  • Island In Between
  • Nǎi Nai and Wài Pó

En İyi Ses

  • The Zone of Interest (KAZANAN)

  • The Creator
  • Maestro
  • Mission: Impossible - Dead Reckoning Part One
  • Oppenheimer

En İyi Animasyon

  • The Boy and the Heron (KAZANAN)
  • Elemental
  • Nimona
  • Robot Dreams
  • Spider-Man: Across the Spider-Verse